Sıcaklar bütün yakıcılığıyla devam ediyor. Aklı ve imkanı olan Eylül'e kadar Urfa'ya uğramaz. İnsan bitkisel hayata geçiyor gibi. Hele bulutlu olunca tam bunaltıyor. Mustafa Öztürk'ün iki konuşmasını dinledim geçen gün. Atatürk ve İslam, Said Nursi ve Atatürk münakaşası. Birincisi malum. Her tarafa doğru çekilebilen bir Atatürk. İsterseniz katışıksız bir deist veya ateist, isterseniz dini bütün bir Atatürk çıkarabilirsiniz. Çünkü her iki yoruma da imkan tanıyan sayısız malzeme var elimizde. Dileyen dilediği malzemeyi seçer. Atatürk'ün bizi alakadar etmesi gereken yönü dindarlığı veya dinsizliği değil, bir devlet adamı olarak bize miras bıraktığı sistem olmalı, miras bıraktığı sistemde ise bir sorun yok diyor Öztürk.
İkinci konuşmada çok daha sağduyulu ve temkinli bir yaklaşım hakim. Said Nursi ile Atatürk arasındaki gerginliği bir tarihçi inceliğiyle ele alıyor. Meclis zabıtlarına geçmiş eski bir mebusun hatıralarına dayanarak çözmeye ve anlamaya çalışıyor. Sadece buna dayanarak bir çözümleme yapmanın eksikliğini kendisi de peşinen kabul ediyor. Konuyla alakalı nurcu kesim tarafından dile getirilen kimi hatıralara "mitolojik" diyor. Bence konuşmanın ana fikrini hulâsa eden şu cümleydi: "Said Nursi ile Atatürk arasındaki çekişme bir dünya görüşü farklılığından kaynaklanıyordu." Doğrusu tamda bu. Aradaki çarpışma iki farklı düşünüş tarzının çarpışmasıydı. Ama bütün güç ve iktidar Atatürk'ün elindeydi. İtiraf etmeli ki Öztürk iki tarafın da hakkını vermeye azami gayret ediyordu. Daha doğrusu hakkını yememeye.
İhsan Eliaçık'ın "Dücane Cündioğlu ile Hasbihal" başlıklı konuşması. Dücane'nin birkaç hafta önceki "İhsan Eliaçık'ın Pornografik Yazısına Erotik Cevaplar" başlıklı yazısına bir nazire idi. Dücane'nin konuşmasının içeriği iyiydi ama başlığı utanç vericiydi. Daha nezih ve nezaketli bir başlık olabilirdi. Eliaçık'ın konuşması reddiyeden ziyade bir hasbihaldi, bir dertleşmeydi. Eliaçık Dücane'ye göre çok daha samimi. Eliaçık Dücane'nin birçok kitabını okuduğunu söylüyor, Dücane Eliaçık'tan tek satır okumadığını söylüyor. Dücane'nin bu üstenciliği, egosu, megalomanlığı onu bitirecek gibi. Dini söyleme "Son Günahım" yazısıyla veda ettiğini söylüyor ama hala bütün hararetiyle dini konuşmaya devam ediyor. Din dışında başka konuşacak bir malzeme bulamadığı için belki de.
Dücane'nin yönelttiği sorular çok güçlü sorular. Eliaçık'ın bugün dinlediğim bazı cevapları itiraf etmeli ki üzerinde ciddiyetle düşünülmeye değer. "Mealci" diyerek küçümsüyoruz ama kanaatimce haksızlık ediyoruz. Mesela "otantik anlam" bahsinde şöyle makul bir soru soruyor: Kur'an'ın ilk muhataplarının anladığı anlam tek doğru anlamdır diyorsunuz, peki Kur'an'ın ilk muhataplarının anladığı anlamın gerçekten o anlam olduğunu nereden biliyorsunuz? Bu çok önemli bir soru. Dücane ve Öztürk gibilerinin buna verecekleri cevabı merak ediyorum. Aklıma bin dört yüz yıldır devam eden "İslami gelenek" geliyor. Ama onun da içine binbir hurafe bulaşmış durumda.
Silahlara veda edildi. Sembolik olarak bazı silahlar ateşe verildi. Bu çözüm süreci adına çok hayırlı bir gelişme. Umarım devamı gelir. "Ya tam kardeşlik ya hep birlikte kölelik." Böyle diyordu Altan Tan. Bu işin bundan başka çözüm yolu yok. Hayırlı bir girişim devam etmese bile o hayırlı girişimin arkasında durmak, ona destek vermek her vicdanlı insanın birincil vazifesi olmalı. Her şeyin tek bir garantörü vardır: Hukuk, adalet, demokrasi. Bunlar olmadan hiçbir süreç devam edemez, sonuca ulaşamaz. Bu konuda ülkemizin karnesinin iyi olduğu pek söylenemez.